Diyarbakır yeni çözüm sürecini tartışıyor | Serra Bucak, Vahap Coşkun, Mehmet Kaya ve Nahit Eren değerlendirdi

23.01.2025 medyascope.tv

23 Ocak 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Merhaba, iyi günler. Diyarbakır Sezai Karakoç Kültür Merkezi’ndeyiz. Burada dört konuğumla çok önemli bir konuyu tartışacağız. Konu malum, yeni süreç. Ben buna ‘’yeni çözüm süreci’’ diyorum. Başkaları başka isimler veriyor ama ne kastettiğimi herkes biliyor. Ekim ayında Devlet Bahçeli'nin başlattığı ve hızla gelişen bir sürecin içinden geçiyoruz. Olayın merkezinde Kürt sorunu var. Genellikle konuyu Kürt olmayan herkes tartışıyor. Biz Medyascope olarak, Diyarbakır'da sorunun doğrudan muhataplarına sormak istedik. Neyi soruyoruz? Neler yaşanıyor, şu anda yaşananları nasıl görüyorsunuz? Başarılı olabilir mi, başarılı olursa hayatımızda neler değişecek? Ummuyoruz ama ezkaza başarısız olursa neler yaşayabiliriz? Bütün bunları dört konuğumla konuşacağız. Konuklarım, Diyarbakır Büyükşehir Eş Başkanı Serra Bucak, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Kaya, Avukat Nahit Eren ve Doçent Vahap Coşkun. Hepiniz hoş geldiniz.
Serra Hanım, sizinle başlayalım. Siz DEM Parti Diyarbakır Büyükşehir Eş Başkanısınız. Göreve başlayalı bir yıla yakın bir zaman oldu ve bu tartışma sizin göreve başlamanızdan bir süre sonra başladı diyelim. Anladığım kadarıyla bölgenin de, sizin de, insanların da en önemli gündem maddelerinden birisi bu. Öncelikle şunu merak ediyorum. Siz zaten siyasetin içinde olan bir aileden geliyorsunuz, ama aynı zamanda da sosyal bilimci ve belediye başkanısınız. Bu sorunun içinde doğdunuz, büyüdünüz. Siz bu sefer kişisel olarak ne düşünüyorsunuz? Malûm, geçen sefer süreçte bir başarısızlık oldu. Bu süre içerisinde çalışma arkadaşlarınızla, vatandaşlarla, değişik kesimlerle herhalde bu konuyu konuşuyorsunuzdur. Bize Diyarbakır'ın, hatta bölgenin genel bir süreç haritasını çizebilir misiniz? İnsanlar umutlu mu, yoksa “Ya yok” mu diyorlar, “Bekleyelim görelim” mi diyorlar? Ne dersiniz?
Serra Bucak: Teşekkür ediyorum, Ruşen Bey. Siz de şehrimize, Sezai Karakoç Kongre Kültür Merkezi’mize hoş geldiniz. Elbette yine ülke olarak, bölge olarak, kent olarak tarihi bir süreçten geçiyoruz. Diyarbakır halkı ne düşünüyor, umutlu mu? Elbette biz sahada bir araya geldiğimiz tüm kesimlerde bu umudu görüyoruz. Umut ediyorlar, ancak, temkinli de düşünüp hissediyorlar. Bu çok anlaşılır, çünkü sizin de ifade ettiğiniz gibi, daha önce ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlanmış bir süreç, bir müzakere deneyimi var. Elbette Türkiye açısından bu müzakere deneyimi öyle çok köklü ve geleneksel değil. Ancak, burada yaşayan Kürt halkı açısından, uzun süreli bir mücadeleden sonra, kuşkusuz devrilen masa ve o masanın devrilmesinden sonra ortaya çıkan baskı ortamı, antidemokratik uygulamalar ve son üç dönemdir uygulanan kayyumlar, elbette insanlarda ihtiyatlı olma gerekliliğini doğuruyor. Şüphe diyemem buna, çünkü şüphe olumsuz bir şeyi çağrıştırır. Diyarbakır halkı olumlu, umut var ve merak içerisinde. Zaten sosyolojik olarak da merak duyan, bu merakın içerisinde kendisi de özne olan bir halktan, bu ülkenin demokratikleşmesi için, özgür, demokratik bir Türkiye için bedel ödemiş bir halktan bahsediyoruz. Ben bu sebeple bu kısmı çok önemsiyorum. Benim gözlemlerim de o yönde. Kendileri de bedel ödemiş insanlar topluluğu olduğu için, bunun neresinde duracaklarını ne beklenti içinde olduklarını aslında çok net biliyorlar.
Şöyle ifade edeyim: Annelerle bir araya geldiğimizde, anneler barış ister, evlatları hayatta kalsın ve yaşamlarını sürdürsün ister. Elbette dünyanın her yerinde böyle, bizim ülkemizde de böyleler. Annelerin böyle bir beklentisi var. Daha fazla kan dökülmesin, daha fazla çatışmalı ortamlar görmesin isterler. Annelerin büyük talebi, cezaevlerinde uzun zamandır tutuklu bulunan tutsaklar. Bu da çok önemli bir şey, çünkü evlatlarına, yakınlarına kavuşacaklar. Gençlerin umudu, barışın gelmesi, müzakerelerin başlaması. Demokratikleşmenin ve özgürleşmenin toplumda tartışılıyor olması bile gençler için bir umut vaat ediyor. Çünkü gençler neredeyse umutlarını yitirmek üzereler. Sadece burada da değil, Türkiye'nin doğusu da böyle, batısı da böyle. Yaşadığımız ekonomik kriz, istihdam sorunları, eğitim sorunları, mesleki sorunlar… Bütün bunlar gerçekten insanların, öncelikle de gençlerin umutlarını neredeyse aza indirmiş durumda. Tam da Türkiye'de, Ankara'da müzakereye, demokratikleşmeye, özgürlüğe dair bir şey konuşulduğunda –adı neyse bunun. Biz de sözlerimizi tabii ki temkinli seçiyoruz. Bir süreç var ama bu nasıl bir süreç olacak? Bu umutları görmek lazım. Diyarbakır halkı her kesimiyle, yaşlısıyla, genciyle, kadınıyla umut ediyor. Çünkü buraya çok emek vermiş, bu sürecin kendisine çok emek vermiş bir halk var karşımızda. Elbette temkinliler. Ama temkinli olmak geride durmak anlamına gelmiyor, müdahil de olmak istiyor. Bu meselenin, bu tartışmaların öznesi olmak istiyor kuşkusuz.

Ruşen Çakır: Serra Bucak olarak ne hissediyorsunuz?
Bucak: Belediye Eş Başkanlığı sürecimden başlayarak, aslında böyle bir şeyi çok kişisel olarak ifade etme konusunda imtina ediyorum. Kolektif olarak ben de kendimi duygu olarak, düşünce olarak onların yanında hissediyorum. Onların hissettiği umut bende de var. Umut hiçbir zaman kaybolmadı. Tabii bu umudu geliştirmek, bu umudu inşa etmek lazım. Yani umut, sabah kalktığımızda öylesine beliren bir şey değil.

Ruşen Çakır: Umut inşasını daha sonra bilahare sormayı düşünüyorum.
Bucak: Ben umutluyum. Ben de Diyarbakırlılar gibi bu süreci merakla izliyorum ve yerel yönetimlere düşecek sorumluluğu da şimdiden değerlendiriyorum.

Ruşen Çakır: O konuyu bilahare, ikinci tura geldiğimizde tekrar özel olarak biraz daha detaylı soracağım. Kayyum atananları saymazsak, partiniz, bölgedeki birçok belediyeyi elinde tutuyor ve aynı zamanda bu sürecin içerisinde merkezde bir rol oynuyor ve sizler de bir şekilde haberdarsınız. Onu bilahare soracağım. Mehmet Kaya’yla devam edelim.
Mehmet, Diyarbakır'da Sanayi ve Ticaret Odası, özellikle son yıllarda, kayyum dönemlerinde sivil toplum meslek örgütü olmanın ötesinde, daha bir sivil toplum örgütü gibi birtakım roller de üstlenmek zorunda kaldı, biliyorum. Hepsi olmasa da buradaki iş insanları, sanayiciler, aynı zamanda siyasi ve toplumsal sorumluluklar üstlenmiş kişiler. Bir de bu olayın çok ciddi bir ekonomik boyutu var. Malûm, ‘’Türkiye'de Kürt sorunu yoktur’’ diyenler, bu olayı sadece ekonomik geri kalmışlıkla izah etmeye çalışanlar var. Ekonomik sorun var ama bu Kürt sorunu olmadığı anlamına gelmiyor. Çok iç içe geçmiş bir olay var. Geçmiş dönemde de hatırlıyorum ki o dönemde de seninle çok konuştuk bunları, umut yükseldiği zaman, ekonomik hayat da canlanıyordu. Şimdi ne durumda? Bir şeyin eşiğinde miyiz? Bir de girişimciler daha iyi koku alırlar sanki. Bu sefer bir şeyler oluyor gibi mi? Olursa nasıl olacak?
Mehmet Kaya: Öncelikle hoş geldin, Ruşen. Tabii ki Diyarbakır'da barıştan en çok faydalanacak olan ekonomidir ve gerçekten işin ekonomik paydası, barışın da sürdürülebilir olmasına büyük katkı sağlar. Bir kere bunu görmemiz gerekiyor. Evet, biz bazen iş camiasını direkt temsil ederek konuştuğumuz gibi, özellikle kayyum atamalarından dolayı, ister istemez bazen yerel yönetimlerle ilgili sorunların da muhatabı oluyoruz. Bazen bize ‘’çok fazla siyasi dil kullanıyorsunuz’’ diyenlere, ekonomik çözümün altında barış yattığını anlatıyoruz. Bunun örneklerini rakamlarla da söyleyebilirim. Biz barışı sağlamadığımız sürece, sadece ekonomik anlamda taleplerde bulunmak, o işin %25'ini istemek demektir, bunu görmemiz gerekiyor.
Basit bir örnek vereyim: Bir önceki çözüm sürecinin yani 2013-2015 yılı çözüm sürecindeki Türkiye'nin ekonomik rakamlarına bakalım. Sadece bölgesel anlamda söylemiyorum. Mesela o dönem kişi başı 12,400 doları yakalayan bir gayrisafi milli hasıla payı ve 900 milyar doları aşan bir gayrisafi milli hasılayı, ilk defa 2023'te yakalayabildik. 2014’ten 2023'e kadar yeniden çatışmalı bir süreç, Türkiye'ye ne kadar zaman kaybettirdi. Irak'la ticaret hacmimize bakın: 2014'te yakaladığımız 14 milyar doları, tekrar ancak 2022'de yakalayabildik. Bunları gördüğümüz zaman, barışı savunmanın ekonomik gelişmişliğe nasıl direkt faydasının olduğunu net olarak ortaya koyabiliyoruz. Bunun gibi yüzlerce rakam çıkarabiliriz. Tabii bunu sadece 2013-2015 arasındaki dönemle sınırlı tutamayız. Kırk yıllık bir çatışmalı süreçten bahsediyoruz. Bunun bir ekonomik maliyeti var, yani bir direkt maliyet var, bir de dolaylı olarak etkiledikleri maliyetler var. Bu Türkiye ölçeğinde ölçülebilir. Kimileri 3,5 trilyon dolardan, 4 trilyon dolara kadar çıkan direkt giderlerden bahsediyor. Şimdi bu rakamları söylememdeki sebep şu: Bu çatışmalı süreçlerin, bölgede birçok yatırımı engellemesi, bölgenin en önemli pozitif yönlerinin hayata geçirilememesi gibi bazı sonuçlara neden oluyor. Mesela GAP Projesi. Geçen hafta Urfa'da sulama yatırımı için üçüncü bir 5 yıllık tarih verildi. Ama 2008'de Diyarbakır'da GAP eylem planı açıklandığında, 4 yıl içerisinde 1,700,000 hektarlık alanın sulamaya açılacağı söylendi. Şimdi dönüp bakın, bunun sadece %18’i gerçekleşmiş durumda. Suriye'de bir sınır kapımız var, bugün yeniden dile getiriyoruz. On bir yıl önce modern hale getirildi, ama 11 yıldır tek bir araç geçmedi, kapalı. Bölgeyle olan ticaret bir şekilde engellenerek devam ediyor.
Sonuçta iş insanları barışın kokusunu niye erken alırlar? Çünkü hakikaten bunun bu bölgeye, ülkeye çok önemli katkılarının olduğunun pekâlâ farkındalar. Geçmiş çözüm sürecinin niye bozulduğu tam olarak istediğimiz şekilde ortaya konulmasa bile, biraz evvel saydığım rakamların dışındaki birçok parametre doğru bir şekilde ortaya konulduğu zaman, toplumsal desteği daha fazla sağlayabiliriz. Türkiye'de barış sağlandığı takdirde, sadece bölge insanının değil, Türkiye'deki herkesin gelirinin artacağını herkes görecektir. Bunun özellikle doğru bir şekilde ortaya konulması gerekiyor. Onun için, bölgede bu tür adımlar atıldığında, geçen çözüm sürecine yaklaşımın ne kadar destek bulduğuna bakarak ve bunun sonuçlarından yola çıkarak, bugünle ilgili atılacak adımlarda da, bölgedeki iş insanlarının, bölge ticaretinin daha da gelişmesi için bu meseleye oldukça sıcak bakıp destek vereceğini ve bunun gerçekleşmesi için hazır olduklarını göz ardı etmemeliyiz.
Bunu ‘’bölge’’ olarak ifade ederken şunu kastediyorum: Evet, Türkiye için güney komşularımız, ticaret partneri olarak en kârlı olduğumuz ülkeler. Bizim Avrupa'ya ihracatımız yüksek, bu doğru. Ama bizim Avrupa'ya yaptığımız ihracatın önemli bir kısmı, ithalata bağımlı ihracatlar. Bugün dönüp Suriye’yle, Irak'la veya onun daha güneyindeki ülkelerle yaptığımız ticarete baktığımızda, bunların büyük bir kısmı, Türkiye'de istihdama dayalı üretilen ürünlerden kaynaklanan, katma değeri yüksek ve dışa bağımlı olmayan ürünlerle yaptığımız ihracata dayanıyor. Bu ülkede ne yapsak ne üretsek oraya satabiliyoruz. Özellikle ‘’sınır kentleri’’ diye ifade ettiğimiz bu kentlerin sosyoekonomik gelişmişliğine baktığımızda, Türkiye'nin en az gelişmiş 20 iline benzerliğinden bahsediyoruz. Bu illeri doğrudan etkileyen bir ticaretten bahsediyoruz. Tabii ki bizler hiçbir zaman ticareti insan yaşamının önüne koyma anlamında konuşmuyoruz. Ama sonuçta, komşularıyla ticaret yapmadığı sürece bir ülkenin gelişme şansı yoktur. Son dönemlerde yaşadığımız krize baktığımızda da hep söylediğimiz, ‘’sen önce komşularınla doğru bir barış ortamı sağlayacaksın, onlarla ticaret yapacaksın ki dünyaya daha fazla ürün satabilesin.’’ Bunu sadece biz ifade etmiyoruz, dünyadaki tüm gelişmiş ülkeler bunu net olarak söylüyor. Amerika'da da bu aynen böyledir. Komşularıyla arası ne kadar bozulursa bozulsun, rakamlarına baktığınız zaman, en çok komşularıyla ticaret yapar. Biz bir de bunu kaybediyoruz. Bir siyasi sorun yaşadığımızda, o ülkeye ekmek bile vermekten imtina eder hâle gelmeye başlıyoruz; işi biraz daha ekonomi üzerinden terbiye etme gibi maalesef bölgeye zarar veren, ülkeye zarar veren bir anlayışla yapmaya çalışıyoruz. Evet, bir çözüm süreci yaşadık bölgede. Özellikle güney ülkelerimizdeki ihracat rakamları, orada açılan şirket sayısı, oradaki iş insanlarının burada açtığı şirketlere bakınca, en çok payı da batıdaki illerimiz alıyor; bunu da söylemekte fayda var. Yani Türkiye'nin tamamı o bölgelerle ticareti geliştiriyor. Böyle bir faydası olan bir bölgede, Türkiye'nin öne koyması gereken barış süreci. Yaşadığı barış sürecinden de aldığı güzel rakamlar var. Bunu yeni sürece destek amaçlı kullanabilir. Biz de Oda olarak, bölgedeki iş insanları olarak, bu süreci destekliyoruz. Ve bize düşen toplumsal desteği sağlamak anlamında da elimizden gelen çabayı göstereceğiz.

Ruşen Çakır: Onu ayrıca konuşacağız. Nahit’le devam edelim.  Nahit Bey, bu sorunun en önemli ayağı aslında hukuki; çok ciddi bir insan hakları sorunundan bahsediyoruz. Birtakım talepler, beklentiler var. Bunların reddedilmesi, inkâr edilmesi, bir dönem kabul edilmesi, sonra tekrar ‘’halloldu’’ denilmesi… Şu anda daha çok silahların susması perspektifinden bir şeyler konuşuluyor gibi, ama bir yerde iş dönüp dolaşıp buna gelecek. Sizler, bölgede çalışan hukukçular olarak bu konuya en hâkim insanlarsınız. Tabii ülkenin her yerinde bu tür sorunlar yaşanıyor ama, bugüne kadarki tartışmalara baktığınızda, bölgenin gerçeğiyle, Kürt sorununun gerçeğiyle kıyasladığınız zaman hangi noktadayız?
Nahit Eren: Devletin Kürt meselesine bakış açısı, kendisini yargısal kararlarda gösteren bir konu başlığı. Devletin Kürt meselesini salt bir güvenlik sorunu olarak görüp, güvenlikçi politikaları yaygınlaştırdığı ya da en katı, en sert şekilde uyguladığı dönemlerde, yargı da kararlarıyla o sürece ayak uyduruyordu. Ama Kürt sorununun demokratik ya da barışçıl çözümüne yönelik söylemlerin yoğunlaştığı ya da 2013'te başlayan çözüm süreci dediğimiz ilk süreçte, yargı, kararlarıyla aslında o sürece uyum sağlıyordu. Biz bunu yargıda çok net görebiliyorduk. Aslında yargı, meselenin barışçıl çözümüne yönelik olarak devlet bakışına uygun bir pratik sergiliyordu. Ama çözüm sürecinin sona ermesiyle birlikte, çok sert bir yargısal pratikle karşı karşıya kaldık. Genel anlamdaki güvenlikçi politika, hayatın her alanında kendisini göstermeye başladı, ama en sert hâliyle kendisini yargısal kararlarda göstermeye başladı. Birçok siyasetçinin, birçok sivil toplum aktivistinin, Kürt meselesine ya da Türkiye'deki insan hakları sorunlarına ilişkin her söylemi veya iktidara yönelik, politikaya dair eleştirileri insanları yargısal bir tehditle yahut da yargısal makamlarla karşı karşıya getirdi ve insanlar ağır cezalarla cezalandırıldılar. Hâlâ birçok siyasetçi ya da çözüm sürecinin aktörü dediğimiz veya çözüm sürecinin oluşturduğu algıya uygun pozisyon alan herkes, şu anda cezaevinde.
Bu anlamda evet, Kürt meselesiyle yargısal pratik birbiriyle tamamen orantılı, daha doğrusu paralel bir şekilde ilerliyor. Yeni çözüm sürecinin yargısal pratiğini hissedebilme anlamında, bugün, 2013'teki pratiğe benzer bir pratiği henüz göremedik. Eğer Kürt meselesini gerçekten demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözeceksek, somut bir örnek vereyim: Yakın zamanda Anayasa Mahkemesi’nin, üstelik iki defa ihlal kararı verdiği ‘’Örgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüt adına suç işleme’’ gibi bir tanımlamamız var. Birçok Kürt siyasetçinin, söz konusu madde hükmünden dolayı cezaevinde olduğunu biliyoruz. Herkesin örgüt üyesi olabileceği bir Ceza Kanunu maddemiz vardı ve bu madde iki defa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Ama bu maddeden dolayı hâlâ cezaevinde olan binlerce insan var. Normal şartlarda bir hukuk devletinde, böylesi bir kanun hükmünün iptaliyle birlikte, lehe bir yasal düzenleme söz konusu olur ve insanlar bir şekilde tahliye edilir. Bu, bahsettiğim somut bir örnek. Ama buna dair henüz bir gelişme yok ya da yıllardır ifade edilen, gündemleştirilen cezaevindeki hasta tutsaklar meselesi var. Ama dediğim gibi, devletin özellikle Kürt meselesine sert, o güvenlikçi bakış açısı, bu tür insanların aslında insan olmaktan kaynaklı sahip olduğu temel bir hak. Sağlık hakkına erişim ya da yaşam hakkını ihlal edecek boyuttaki bu uygulamalar da maalesef hâlâ devam ediyor.
Biz bu anlamda, yeni bir çözüm sürecinin hukuki alanda, yargısal pratikte kendisini göstermesi konusunda büyük bir beklenti içerisindeyiz. Tabii ki sürecin hukuki anlamda yasal mevzuat ya da sürecin yasal bir güvenceye kavuşturulması açısından Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne de çok iş düşüyor. Ama dediğim gibi, öncelikle yargı sisteminde bir pratiğe ihtiyacımız var.

Ruşen Çakır: Herhalde şunu söyleyebiliriz, ki birçok insan bunu dile getiriyor: Eğer gerçekten bir şeyler olacaksa, “Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarının tahliye edilmesi şart.” Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
Eren: Tabii ki. Evet, Selahattin Demirtaş'ın hâlâ tutuklu olması hakkında bir hüküm kuruldu ama İstinaf aşamasında. Selahattin Demirtaş'ın dosyasını hukuki anlamda değerlendirdiğimiz zaman, aslında çözüm sürecindeki faaliyetlerin, çalışmaların bir şekilde yargılamaya konu edildiğini hepimiz biliyoruz. Kendisi duruşma salonunda defalarca, dönemin başbakanıyla, dönemin bürokratlarıyla olan temas ve iletişimini ifade etti. Aslında şu an amaçlanan böyle bir süreç nedeniyle bu insanlar cezaevinde ve birer rehine gibi tutuluyor. Ben bir hukukçu olarak bu tanımı yapıyorum. Çünkü dosyada, iddia edildiği gibi, söz konusu cezalara konu olabilecek herhangi bir fiil, herhangi bir eylemlilik ya da kanunun tanımladığı o örgütsel hiyerarşik ilişki içerisindeki herhangi bir faaliyetleri yok. Tamamen siyasi faaliyetlerden dolayı bu insanlar cezaevinde. Eğer gerçekten bir çözüm iradesi varsa, ki hepimizin umudu beklentisi o, Kürt toplumu 2013'te de çok güçlü bir şekilde çözüm sürecine umut bağlamış ve destek vermişti. Aynı destek şu anda Kürt toplumunda 2013'ten farksız bir noktada değil.
Bu anlamda bizler, yani Kürt toplumu, bir şekilde bu sürecin samimiyeti açısından hukuki alanda adımların atılmasını bekliyoruz. Toplumun destek verdiği, kabul ettiği, çalışmalarıyla da desteklediği siyasetçilerin, aslında haksız bir şekilde cezaevlerinde tutulduğunu herkes biliyor ve bu toplumun, söz konusu siyasetçilerin de sürecin ruhuna uygun bir şekilde, belki ilk somut adım da olabilir, serbest bırakılması konusunda bir beklentisi var. Ama şunu da eklemek istiyorum: Tabii ki hukuki alandaki bu beklentinin yanı sıra toplumda şöyle de bir beklenti var. Somut adımların yanı sıra şeffaf bir süreç konusunda da beklenti var. Elbette bu tür ağır meselelerin, toplumda büyük tahribatlar yaratmış ciddi sorunların çözümü, belirli lobi faaliyetlerini ve çalışmaları gerektiriyor. Ama söylem dilinde bir şeffaflığı da herkes bekler. Kürt toplumunun böyle bir beklentisi de var. Evet, bu ismi ya da bu sorunu tanımlayacak, yapılacak ve beklentileri karşılayacak bir tanımlamaya ihtiyaç var. Biz hâlâ süreci hep birlikte tanımlayamıyoruz. Çözüm süreci mi, barış süreci mi? Bu anlamda, bana göre, toplumda bu konuda da bir şeffaflık beklentisi var.

Ruşen Çakır: Vahap Coşkun’la devam edelim. Vahap, seninle en son yaptığımız yayında seni profesörlüğe terfi ettirmiştim ama doçentmişsin. Fakat sen benim gönlümde profesörsün. Bu yeni süreç meselesi ilk başladığından beri, bölgeden birçok kişiyle, seninle ve başka arkadaşlarla da birçok yayın yaptım. Biraz önce Serra Hanım da sözlerinin başında ihtiyatlı bir iyimserlikten bahsetti. Bu lafı baştan beri duyuyoruz. Öyle ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan en son grup konuşmasında da aynı şeyi söyledi; ‘’ihtiyatlı iyimserlik’’ lafını o da kullandı. Bütün taraflar iyimser, ama ihtiyatlı. Anladığım kadarıyla bu, Türkiye'nin genelinde baskın olan bir şey. İyimser olmayı anlıyorum. Herkes kendisinin yaşadığı sorunları çözme konusunda bir şeylerin değişmesini istiyor. İhtiyatlı olma konusunda belli ki karşısındakine güvenmiyor. Taraflar niye birbirlerine güvenmiyorlar; sadece geçmişte yaşadığımız örnekten dolayı mı? Şu anda Türkiye'de her iki tarafın da ‘’aslında çözülse iyi olur. Bu defter, bu parantez kapansın’’ dediğini varsaydığımız bir yerde, sadece birtakım dış güçler mi bunu sabote ediyor da insanlar ihtiyatlı davranıyor?
Vahap Coşkun: Öncelikle, Serra Hanım'a sorduğunuz ‘’İnsanlar, bölge veya Diyarbakır nasıl düşünüyor?’’ sorusuna bir cevap vermek istiyorum. Buna belki 2013'ten bir anekdotla giriş yapabiliriz. 2013'te ilk âkil insanlar toplantısında, o dönemin Başbakanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan bir sunum yapmıştı. Onlar da ‘’Bölge bölge çözüm süreci gelişirse buna destek verilir mi verilmez mi?’’ veya ‘’destek hangi oranda gerçekleşir?’’ diye bir hazırlık yapmışlardı. Daha başlangıcında da en büyük destek bölgeden gelmişti. Gerçekten çok yüksek bir destek vardı ve süreç içerisinde o destek giderek arttı. Aslında bu son derece normal. Dünya örnekleri de bunu gösteriyor. Herhangi bir yerde, bir çatışmanın, bir şiddetin doğrudan mağduru olan bir kesim, bir grup varsa, onlar, bu sorunun siyasetle demokratik yollarla çözülmesi ihtimali belirdiğinde, buna yoğun bir şekilde destek verirler. Dolayısıyla 2013'te destek vermişlerdi. Şimdi de insanların destek verdiklerini, umutlu olduklarını düşünüyorum. Gözlemlerim de o yönde.
Ama kaçınılmaz olarak ihtiyat var ve bu ihtiyatın da birkaç sebepten kaynaklandığını söylemek mümkün. Bunlardan bir tanesi, aslında biz Kürt meselesini siyasetin yollarıyla çözmeye sadece 2013'te de başlamadık, daha önce de başladık. 1993’ten bugüne gelinceye kadar taraflar, Kürt meselesinin çözümü yönünde birçok kez, bazen doğrudan, bazen de dolaylı görüşmeler yaptılar. Ama bütün bunlara rağmen, yani 1993’ten bugüne kadarki yaklaşık 30 yıllık süreç içerisinde birçok deneme yapılmasına rağmen, bu denemelerden o nihai sonuca ulaşılamadı. Dolayısıyla, geride bir bakiye var ve bu bakiye, tarafların biraz daha dikkatli olmalarını, biraz daha ihtiyatlı olmalarını, birbirlerine karşı biraz daha mütereddit davranmalarını beraberinde getiriyor. Bu, önemli hususlardan bir tanesi. İkincisi, bence yine bütün çözüm süreçlerinde karşımıza gelen hususlardan birisi bu: Herhangi bir şekilde bir sürece girildiğinde, taraflar, karşı tarafın da taleplerini mümkün olan en güçlü şekilde en aza indirerek süreci yürütmeye çalışırlar. O nedenle çok fazla heveskâr görünmemeleri veya kendi şartlarını yoğun bir şekilde ileri sürmeleri, bu anlamda da bu süreçlerin doğasında olan hususlardan bir tanesi.
Peki, biz ne düşünüyoruz? Benim kanaatim şu: Bir, temennilerimiz var, bir de siyasal durum analizimiz var. Temennilerimiz, elbette bu sürecin silahların gölgesinden arındırılması ve demokratik siyaset alanının içerisine çekilmesi. Ama siyasi olarak baktığınızda durum nedir? Kendi adıma ben 2013, 2015'ten daha ümitvar bir pozisyondayım. Bunun da bazı siyasi sebepleri var. Bu sebepler hem iç siyasetten hem de dış siyasetten kaynaklanan sebepler. İç siyasetten kaynaklanan iki önemli sebebimi öne sürebilirim. Bunlardan bir tanesi, 2013'e oranla mecliste çözüm için daha olumlu bir tablo söz konusu. 2013-2015'te son derece şiddetli bir meclis eleştirisinin olduğu, meclisin karşı durduğu bir süreçte o barış girişimini gerçekleştirmeye çalışıyorduk. Şu anda öyle bir tablo yok. İYİ Parti’yi hariç tutarsanız, meclisteki bütün partilerin siyasal sürece ilkesel olarak destek verdiklerini görüyoruz. Bu çok büyük bir imkân. Nitekim, İmralı heyeti yapmış olduğu açıklamada, bazı endişe ve kaygılarını dile getirmekle birlikte, bütün partilerin ilkesel desteklerini sunduklarını ifade etmişlerdi. Bunun önemli bir imkân olduğunu düşünüyorum.
Diğer taraftan, 2016'dan bugüne kadar çok şiddetli bir antidemokratik dönem yaşamamıza, çok güçlü bir otoriter tecrübeden geçmemize rağmen, bu adımlar atıldığında, toplum buna çok sert bir tepki vermedi. Örneğin ‘’Öcalan gelsin, mecliste konuşsun’’ veya Özgür Özel’in ‘’Kürtlere devlet taahhüt ediyoruz’’ ifadeleri, gerçekten her iki siyasal gelenek açısından da tabu kırıcıydı, ama çok büyük bir tepki gösterilmedi. Toplum buna bir nevi sessiz bir onay verdi. Bu sorunun artık çözülmesi gerektiği konusunda bence sosyolojik bir mutabakat da var. Toplum siyasal aktörlere, “Artık top sizde. Bunun çözümünün imkânı varsa, bu imkânı sonuna kadar kullanın” dedi. Nitekim sokakta buna yönelik çok büyük bir karşı çıkış görmüyoruz. O nedenle gerek siyasal düzlemde gerek toplumsal düzlemde, bana göre 2013-2015 çözüm sürecine oranla daha iyi bir pozisyondayız.
Bölgesel açıdan da şunu düşünüyorum: 2013-2015 çözüm sürecinin, Suriye’den kaynaklı sebeplerden dolayı sona erdiği konusunda bir mutabakat var. PKK'nın orada da bir alanı kontrol edebilir hâle gelmesi Türkiye açısından ciddi bir tehdit, PKK açısından ciddi bir kazanım olarak yorumlandı ve bunun üzerinden gelişen karşı çıkışlar sürecin sonunu getirdi. Anlaşılan o ki, o dönemde tarafların burada anlaşabilmeleri, bir mutabakata varabilmeleri, uzlaşabilmeleri mümkün değildi. Ama ben, özellikle Suriye'de son gelişen olaylardan sonraki tablonun, tarafları biraz daha uzlaşmaya meyyal kılacağını veya uzlaşılabilecek bir zemin yarattığını düşünüyorum. O nedenle de bu bölgesel dinamiğin, tarafları bir nevi çözüme sevk ettiği kanaatini taşıyorum. Dolayısıyla hem temenni olarak bu sürecin zaten başarılı olmasını istiyor ve her birimiz elimizden geldiğince onun için çaba gösteriyoruz. Ama diğer taraftan, siyasal ve sosyolojik olarak baktığımızda da bence 2013'ten, 2015'ten daha iyi bir tabloyla karşı karşıyayız. İhtiyatlı olmak normal. Halkın heyecanını 2013'teki gibi göstermemesi normal. Çünkü hem yaşanmışlıklar var hem de 2013 gibi propagandası yapılan bir süreç yok. Her iki taraf da bunu mümkün mertebe sınırlı bir dille konuşuyor. Dolayısıyla toplumun o eski heyecanını burada göstermemesi normal. Ama heyecanını göstermemesi, desteklemediği veya buna bir umut beslemediği manasına da gelmiyor.

Ruşen Çakır: Serra Hanım, tekrar sizinle devam edelim. Bu heyecan meselesi önemli. Belli bir aşama olacak. Birtakım şeylerin startı verilmesi bekleniyor ve belli ki olaylar daha netleşecek. İmralı'dan net bir açıklama gelebilir. Buna Kandil’den cevap gelebilir. Beklentiler bu yönde ve sonuçta bir şeyler yürüyor olacak. O aşamada kamuoyu desteği çok önemli olacak. Çatışan taraflar anlaşsa bile, her kesimden insanın da aklının yatması ve yapılanın iyi olduğunu ya da kötüden iyi olduğunu tercih etmesi gerekiyor. Bu anlamda tabii ki sizlere çok iş düşecek. Nasıl mekanizmalar olabilir? Bunu tarif etmek elbette şu anda mümkün değil belki ama, sizin belediyecilik anlayışınız zaten farklı. Halkla çok iç içe bir belediyecilik yapma iddiasındasınız. Neler düşünüyorsunuz, nasıl gelişebilir? Çünkü olayı bozmaya, kamuoyu oluşmasını engellemeye yönelik hiç beklenmedik birtakım şeyler de yaşanabilir. Bu konuda şimdiden bir hazırlığınız, düşünceleriniz var mı, yoksa ‘’bakalım neler gelişiyor, ona göre davranırız?’’ mı diyorsunuz?
Bucak: Elbette ‘’bakalım’’ demiyoruz. Şimdiden bunun hazırlığını tartışarak değerlendiriyoruz. Hem halk toplantılarında tartışıyoruz hem personel toplantılarında tartışıyoruz. Aslında biz 1 Ekim'den bu yana, bir araya geldiğimiz her platformda gerek belediye çalışanlarıyla, gerek mahalle toplantılarında kadınlarla bir araya geldiğimizde, olası sürecin gelişmesi noktasında, yerel yönetimlere, belediyelere çok iş düşeceğini biliyoruz. Belediyeler, yerel yönetimler salt hizmetten, salt altyapı, üstyapı çalışmalarından ibaret değildir. Aksine, tarihten günümüze kadar, barışın inşasında, demokratik, özgür bir toplumun, yönetimin inşasında belediyelerin rolü çok büyüktür. Belediyelerin toplumsal ağlarından tutun da barış ağlarına, hafıza meselesine kadar aslında hepsi yerelleri, belediyeleri ilgilendiriyor. Pek çok konumuz var. Henüz barış diye pek tarif edemiyoruz, bu çok önemli, büyük bir kavram çünkü. Ama demokratik bir çözüm, özgür bir Türkiye, özgür bir Türkiye toplumu için biz belediyeler olarak, yerel yönetimler olarak, elbette başta kendi kamuoyumuzu, yani şehrimizi ilgilendiren meselelerle ilgili en üst düzeyde rol alacağız. Bu konunun en üst düzeyde tartışılması için sivil toplumla, iş insanlarıyla, kentin tüm dinamikleriyle bir araya geleceğiz. Yine kentteki siyasal ve toplumsal diplomasi ağlarını hep birlikte öreceğiz. Aslında bunun çalışmasına şimdiden de başladık. Çünkü biz seçileli 10 ay oldu ve 10 aydır yaptığımız tüm buluşmalar, tartışmalarla, stratejik planı kurarken de yaptığımız tüm buluşmalarla, demokratik çözümün, Kürt sorununun çözümünün, özgür bir toplum inşasının temellerini atmaya çalışıyoruz. Nasıl atıyoruz? Katılımcı bir yöntemle, demokratik bir yöntemle, topluma kulak vererek, toplumun içinde dolaşarak, onların ihtiyaçlarını alarak. Stratejik planımız da böyle çıktı. Şimdi siz üst ölçekte siyasette barışı konuşurken, kendi yerelinizde bu barışı küçük nüvelerle inşa edemezseniz, bunun bir karşılığı olmaz. Bir stratejik planda, kadın özgürlükçü bakış açımızla, eşitlikçi bakış açımızla bu toplumda hiç kimseyi ötekileştirmeden, ayrımcılık yapmadan, aksine, bütünleştirici ve bir araya getirici tüm plan ve faaliyetlerimizle aslında yerelde, yatayda, toplumda bir biçimiyle inşasını yapıyoruz, bunun kademelerini örüyoruz.

Ruşen Çakır: Kendi kamuoyunuzdan bahsediyorsunuz. Bir de kendi kamuoyunuz olmayan bir kamuoyu ve birtakım önyargılar, kuşkular var. Mesela, Ahmet Türk olayında, Devlet Bahçeli'nin, Ahmet Türk'ten bahsederken yaptığı, kendi tabanına, herkesin de o kadar kötü olmadığına örnek olarak göstermek için onu öne çıkartmasıydı. Kişisel görüşüm, birtakım siyasetçiler, bölgenin siyasetçileri, belediye insanları, entelektüelleri, aynı zamanda, o diyalogu sağlayabilecek insanlardır. Şu 10 ay içerisinde gördüğüm kadarıyla, bir iki istisna dışında, ülkenin ‘‘Batı kamuoyu’’ sizleri çok tanımıyor. Böyle imkânlar sağlanmıyor ve siz daha çok kendi bölgenizle sınırlısınız. Sizlerin tüm Türkiye tarafından daha fazla bilinmesinin çok pozitif etkisi olacağını düşünüyorum.
Bucak: Biraz önce ifade ederken, ağları da kastediyorum aslında. Kentte başlayan diplomasi ağlarını, kent diplomasisini kurmak ve Diyarbakır'ın kent diplomasisinin başka kentlere ne dediği. Bununla ilgili bir köprü kurmak. Yine Türkiye'nin batısındaki belediyelerle barışı konuşabilmek. Bu ülkenin hafızasını konuşabilmek. Mesela ‘’Onarıcı adalet’’ dediğimiz mesele bizim için çok önemli. Biz uzun yıllardır yerel hizmetlerde bu ‘’onarıcı adalet’’ üzerine çocuk, gençlik ve kadın çalışmaları yürütüyoruz. Söylediğinize katılıyorum, bu deneyimimizi aktarabilecek bir ağ kurmalıyız. İzmir'le kurmalıyız, Ankara'yla kurmalıyız. Hatta uluslararası ağları da kurmalı ve dostluk köprüleri geliştirmeliyiz. Belediyelerin, yerel yönetimlerin misyonu da budur. Çünkü kentlerde, yerellerde, eğer tabular, önyargılar tartışılmazsa, konuşulmazsa, üst ölçekte de siyasette de bunun yansıması az olur. Çok büyük ihtimalle bize daha farklı görevler düşüyor. Biz bu ağları kurmak için yoğun bir diplomasi çalışması yürütüyoruz. Bu bahsettiğim stratejik planımızla ilgili birtakım sosyal kalkınma, sürdürülebilir kalkınma çalışmalarını yürütmek istiyoruz, birtakım fonlara başvuru yapmak istiyoruz. Aslında bunu yaparken ‘’bu kent ne istiyor, bu kent nasıl bir kalkınma istiyor? Kentin kadınları, gençleri, toplumu nasıl bir yaşam sürmek istiyor?’’ onu ortaya çıkarmak ve bu yaşamı Türkiye içerisinde ortaklaştırmak istiyoruz. İzmir'in İstanbul'un bizden farklı ne beklentisi olabilir ki? İyi yaşamak, şehirleri kalkındırmak, öyle değil mi? İstihdam edilebilmek, işsizlik oranlarını indirebilmek, bütün bunlar hepimizi ilgilendiriyor. Hepimizin ortak noktası, burada işsizlik arttıkça, burada kriz derinleştikçe, istikrar olmadıkça, bunun yansıması elbette batıdaki şehirlere de olacak.

Ruşen Çakır: Bu anlamda Türkiye Belediyeler Birliği herhalde yeni yönetimiyle beraber sizin için önemli bir platform haline geldi galiba.
Bucak: Evet, önemli bir platform. Ben aynı zamanda, Ahmet Türk’le birlikte Türkiye Belediyeler Birliği’nin daimi Encümen üyesiyim. Bu çalışmalarımızı bu yönde sürdürüyoruz. Hem TBB'nin uluslararası platformlarda üye olduğu ağlarda, toplumsal barışı, toplumsal barışın önemini, kadın özgürlükçü mücadelelerin önemini, kadın özgürlük mücadelesinin önemini çokça dile getiriyoruz. Biz toplumda barışı, onarıcı adaleti konuşurken kadın sorununu ve kadın mücadelesini de çok önemli bir yerde görüyoruz. Türkiye Belediyeler Birliği’yle ilgili de ilişkilerimiz elbette kuvvetli ve o ağları yürütmek istiyoruz. Mesela önümüzdeki ay burada kent mimarisiyle ilgili bir toplantı yapacağız. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı burada olacak, İzmir TUMOP burada olacak. Demeye çalıştığım, meslek odalarından sivil toplum örgütlerine kadar, siyasetten yerel yönetimlere kadar hakikaten kurabildiğimiz oranda ağlar kurmak, müzakerenin şartlarını, koşullarını konuşmak. Kendi ülkelerinde çatışma ve sorun yaşayan başka ülkeler neler yapmışlarsa, bunu yeniden buralarda yapmak.
Mesela bir dönem Diyarbakır böyle toplantıların merkeziydi. Ben bunu hep söylüyorum, Diyarbakır'ı yeniden böyle bir merkez hâline getirebilmek lazım. Sadece Diyarbakır'ı değil, her ne kadar bazılarına kayyumlar atanmış olsa da, bölgede yanı başımızda pek çok kentler var. Ben burada kayyum meselesine de bir vurgu yapmak istiyorum. Çünkü bütün bu konuştuğumuz tartışmaların en önemli noktası, kayyum gerçeği. Az önce, ‘toplum umut besliyor, beklentisi var ama sürece dair temkinli’’ dedik. Çünkü hem adının konulmasını istiyor hem de orada berrak olmayan bir şeyler görüyor. Berrak olmayan noktanın tam da kendisi, kayyum atama gerçeği. Siz bir yandan 1 Ekim'de bir çağrı yapıp, 3 Ekim'de Erdoğan'la görüşüp, başka bir tarihte tekrar Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Sayın Öcalan’ı davet edip, sonrasında da Mardin'e, Halfeti'ye, Batman'a kayyum atarsanız, bu durum artık insanların kafasında hakikaten, “Ne oluyor, bu devlet ne yapmak istiyor? Hangisi doğru ve bu süreç nereye evrilecek?” diye bir kuşku uyandırıyor.
Dolayısıyla, hakikaten bu ağları kentlerden örmek, kentlerle bütünleşmek, Türkiye'nin batısına kayyum gerçeğini anlatmak çok önemli. Ben bu anlamda, seçildiğimizden bu yana, kayyum gerçeğini, yerel yönetimlere yapılan bu kayyum gaspını, batıda iyi anlatabildiğimizi düşünüyorum. 2016'daki süreçlerle kıyaslıyorum. Ne yazık ki öyle bir süreçle kıyaslıyorum. Bundan 8 yıl önce etrafımızda böyle bir ağ yoktu. “Olabilir. Türkiye'nin bir tarafına devlet öyle öngördü, öyle uygun buldu ve kayyum atadı. Neme lazım,” diyerek sırtını dönen bir yerel yönetim anlayışı ve yerel yöneticiler vardı. Şimdi baktığımızda, bunun antidemokratik olduğu, Türkiye'nin bir bütün demokratikleşme sürecine ket vurduğu anlaşılıyor. Tam da böyle bir hat üzerinden, bu hattı hazır yakalamışken, bu tartışmaları yoğunlaştırabiliyorken, ama sadece salt bu meseleye odaklanmak değil elbette. Çünkü kentlerin pek çok ihtiyaçları var ve az önce de bahsettiğim gibi bu ihtiyaçlara cevap olabilecek her türlü sosyal çalışma, her türlü toplum çalışması, her türlü kalkınma çalışması, aynı zamanda bir barış inşası çalışmasıdır bana göre. Ve bu barış inşası çalışmasını da çok önemsiyoruz.
Şöyle bir şeye de vurgu yapmamız gerektiğini düşünüyorum: Biz burada tek başımıza değiliz. Diyarbakır'da Kürtler var, ama aynı zamanda Diyarbakır'daki Kürtler kendi kardeşleri olan Suriye'deki Kürtleri de bir o kadar merak ediyor. Bu da çok önemli. Mesela Suriye'deki Kürtlerin geleceği ne olacak? Bu, Diyarbakır halkını, Batman halkını çok ilgilendiriyor. Dolayısıyla halklar arası köprü, halklar arası diplomasi, her ne kadar fiziki olarak erişemesek de oradaki halkların, kurulacak bir demokratik, özgür bir Suriye ortamında yaşayabileceğine dair olan istek ve bu istek nasıl gerçekleşir, biz buradan Diyarbakır'dan, Van'dan ve yine Türkiye'nin batısından oradaki demokratik sürece nasıl bir katkı sunarız? Bu çok önemli. Mesela Türkiye Belediyeler Birliği’nin son Encümen toplantısında Sayın Ekrem İmamoğlu, “Şam'a gideceğim, Şam'da Türkiye Belediyeler Birliği adına görüşme yapacağım” dedi. O encümende çok farklı kesimler var: Nevşehir Belediye Başkanı var, Diyarbakır Belediye Eş Başkanı var, Mardin Belediye Eş Başkanı var. “Türkiye'deki halklar yerel yöneticileriyle birlikte Suriye halkıyla buluşuyor. Suriye'deki pek çok etnik kimlikle, aidiyetle ve kendisini özgür, demokratik bir Suriye'de var etmek isteyen halklarla buluşmak istiyor” demesini çok isterdim. Bu çok önemli bir şey olurdu. Tabii bu gitme girişimi sonra engellendi. Ama doğru olan, bu diplomasiyi ve bu ağı yerelden, halklardan, toplumdan doğru yönetebilmek ve yürütebilmek. Bu, barışın gerçekten daha iyi ilerleyebilmesi ve konuşulması için önemli.

Ruşen Çakır: Benzer bir soruyu iş insanları için soracağım. Mehmet, sizin Türkiye çapında çok önemli Odalar ve Borsalar Birliği diye bir kurumunuz var ve bildiğim kadarıyla, sen başta olmak üzere, bölgedeki birçok Oda yöneticisi buralarda bayağı aktif. Yıllardır birbirinizi tanıyorsunuz. Sonuçta sizler Türkiye’nin dört bir tarafındaki iş insanlarıyla düzenli olarak görüşebiliyorsunuz, istediğiniz zaman onlara ulaşabiliyorsunuz, onlar da sizlere ulaşabiliyor. Geçmiş dönemde bu yaşandı diye biliyorum. Hatta Oda Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da âkil insanlar arasındaydı; bizzat kendisi elini taşın altına koymuştu. Ama birçok kişi dâhildi. Geçmişteki tecrübe de var.
Şimdi ihtiyattan bahsediyoruz ya, ‘’karşılıklı bir güvensizlik var; o ona güvenmiyor, bu buna güvenmiyor’’ diyoruz. İş dünyası bu konuda daha önce nasıl bir rol oynadı ve şimdi nasıl bir rol oynayabilir? Yoksa zor mu geçiyor? Birçok deneyim yaşanmıştır herhalde. Mesela insanlar Suriye konusunu konuştukları zaman, bazıları orayı sırf bir yatırım, bir inşaat olarak görebilir, bazılarının demokrasi beklentisi olabilir, belki bazıları da daha din temelli devlet inşası üzerinden görebilir. Bu süreçte, ülkenin farklı kesimlerindeki girişimcilerin, iş insanlarının diyalogu olumlu anlamda nasıl katkıda bulunabilir, ne dersin? 
Kaya: Geçmişte de dediğin gibi hem sivil toplum olarak hem iş insanlarını temsil eden iş camiası sivil toplumu olarak, bu tür girişimlerde rol alındı. Filistin bu anlamda önemli bir örnek. Ama böyle baktığımız zaman, mesela geçen çözüm sürecinin bize göre önemli eksiklerinden bir tanesi içinde sivil toplumun olmaması. Yani üçüncü bir göz diye ifade edilen ve sürecin sağlıklı toplumsallaşması veya sürece karşı duranların bir şekilde iknasını sağlayacak, onları da sürece katacak sivil toplum desteği tam olarak oturtulamadı. Evet, bir âkil insanlar heyeti öncesinde bir toplumsal çalışma yapıldı ama siyasi partiler arasındaki sürecin içerisine çok müdahil olunamadı doğrusu. Muhalefet işin dışında bırakılarak yol alındı, onu görmek lazım. Bugün Suriye’nin belediye hizmetlerine ihtiyacı var, Belediyeler Birliği onun için gidecektir. Oranın onarımı için tabii ki en yakın ülkenin iş insanları gidecektir. Bu en doğal yöntem. Hem gidip oranın onarımında katkı koyacaklardır hem de yıllar boyu bu tür çatışmalardan en çok zarar gören de komşu kentler veya ülkelerdir. Tabii ki iş insanları bu işten faydalanacaklardır ve onların orada olması gerekiyor.
Vahap Hoca sürecin ihtiyatı ve başlangıcı ile ilgili detaylı söylediği için buna girmeyeceğim ama burada şöyle bir şey var: Evet, Cumhur İttifakı tarafları tarafından bir açıklama var. Ama bu ihtiyatın oluşması, aynı zamanda hem muhalefet partilerinde hem de dönem dönem belki toplumda sıkıntılara da sebep olur. Yani bunun bir toplumsallaşmasında ihtiyaç var. Bu bazen siyasi partiler üzerinden gerçekleşmeyebilir. Bunun için sivil toplumu veya iş camiasını burada yoğun kullanmak gerekir. Biz yakın bir tarihte randevuları oluşturuyoruz. Diyarbakır'da içerisinde hem iş camiası hem sivil toplum, sendika gibi 117 sivil toplum kuruluşunun olduğu Kent Koruma ve Dayanışma platformumuz var. Bu sürecin doğru yürütülmesi, desteklenmesi için bir karar aldık. Sonuçta bu topraklarda en çok bedel ödeyen bir kesim olarak, öncelikle bu sürecin sağlıklı bir şekilde sonuçlandırarak, çatışmasız bir ortamda bu ülkenin sorunlarını doğru tartışmasını sağlamak amacıyla, bu hafta sonu veya önümüzdeki hafta başına denk gelecek şekilde Mecliste grubu olan partilerin liderlerine bir ziyaret gerçekleştireceğiz. Buradaki amacımız da tam da bu söylediğiniz şekilde. Türkiye'nin, sorunlarını doğru bir şekilde ve demokratik ortamlarda tartışmasının önemli olduğunu ve bu geçen 40 yıllık sürecin bize ne kadar kaybettirdiğini anlatacağız. Aslolan, bu ülkede bu çatışmaların bir an önce bitmesi ve barışın sağlanması. Tabii ki bu sorun Mecliste doğru tartışılarak sonuç alınabilir, ama sivil toplumun bu işin her boyutunda olmasında fayda var. Çünkü maalesef ülkede siyaset aşırı bir kutuplaşma yaşamış durumda.
Toplum, bu kutuplaşma yüzünden, dönem dönem bir siyasi partinin söylediğiyle diğer siyasi partinin söylediği arasında, çözüm konusunda bile ‘’acaba bizim görmediğimiz başka bir sorun mu var?’’ gibi bir şüpheye düşüyor. Sivil toplum tam da bu iletişimi sağlamak için burada. Sonuçta her ülkenin kendine özgü sorunları var ama ana sorun ortadan kalktıktan sonra, diğer sorunların süreç içinde çözülebileceği ile ilgili sivil toplumun da burada bir misyon yüklenmesi gerekiyor.

Ruşen Çakır: Nahit Bey tam da bunu sormayı düşünüyordum, çok iyi oldu. Şimdi şöyle bir tartışma var: Mehmet Kaya ‘’Çatışma bittikten sonra, ülke, sorunlarını çözebilir’’ diyor. Genellikle muhalefette konumlanan birçok kişi, bu süreç telaffuz edildiği andan itibaren şu itirazı dile getiriyor: ‘’Burada çözüm yok, sadece silah bırakma, yani silahların susması var’’ diyor. Ama Bahçeli ‘’Kürt sorunu yok’’ diyor. Erdoğan ‘’Kürt sorununu çözdük. Bu, çözüm içermeyen bir süreç’’ diyor. Kimileri de Kürt sorununu çözebilmek için, yani demokratikleşme için, öncelikle çatışmanın bitmesi gerektiğini söylüyor. Yani bir tavuk-yumurta tartışması var. Tam da onu sormak istiyordum. ‘’Devlet, ‘silahlar sussun’ diyerek, kendini korunaklı bir alana çekip, ondan sonra otoriterliğini devam ettirmek istiyor’’ diyenler var. Bir diğer tarafta da, ‘’silahlar sustuktan sonra istese de otoriterliğini kolay kolay devam ettiremez. Kürt sorununun çözümü Türkiye'de doğal olarak demokratikleşmenin önünü açacaktır’’ diyenler var. Siz nasıl görüyorsunuz?  Zor bir soru olduğunun farkındayım.
Eren: Zor bir soru, evet. Kaygılar itibariyle ya da bu tür eleştiriler veya bu tür tanımlamalar açısından uygun bir zemin var. Bu eleştiriyi yapanlara ‘’haksızlar’’ diyemeyiz. Evet, öncelikle tabii ki silahlar susmalı. Silahların patladığı bir ortamda zaten çözüm de olmaz, barış da olmaz. Lakin biz hep şunu söyledik: Türkiye'de Kürt sorununun varlığı yeni ya da son 40 yılın çatışmalı süreciyle ortaya çıkan bir sorun değil. Türkiye'de 100 yıllık bir sorundan bahsediyoruz. Yani toplumsal, siyasal bir meseleden bahsediyoruz. Bu anlamda, toplumun, sorunun çözümüne yönelik beklentileri salt silahların susması, çatışmaların olması değil tabii ki. Ama Türkiye'de Kürt sorununun bu derinleşmesi altında Türkiye'deki demokrasi sorunu var, bunu çok net bir şekilde ifade edebiliyoruz. Eğer Türkiye tam demokrasinin bütün kurallarını içselleştirmiş ve uygulayabilmiş bir ülke olmuş olsaydı, bugün biz belki bu çatışmalı süreci de yaşamamış olurduk ya da böylesi bir toplumsal meselemiz olmayacaktı. Bu anlamda bu eleştirileri buradan haklı görüyoruz. Ama tabii silahlar sustu. Silahların susmasıyla birlikte, demokrasinin kabul görmüş herkesin bildiği ilkelerinin uygulanması konusunda beklenti oluşacak. Bu kişinin insan olmasından kaynaklı haklardan, kolektif haklardan, insanların, yönetim anlayışına tam anlamıyla kendisini görebileceği bir sisteme de ihtiyaç var. Ya da Kürtlerin anayasal bir güvence ile eğitim hakkı, en çok tartışılan konu başlıklarından biri. Örneğin silahların susması ya da beklentiler doğrultusunda en çok tartışılan, sizin de sorduğunuz, İmralı'dan gelecek bir çağrı üzerine silahların bırakılması durumunda, atılacak ilk somut adım ne olacak? Bir Kürt olarak, bir hukukçu olarak, ben Diyarbakır'dan bu soruyu sorma hakkını kendimde buluyorum. Evet, şu anda Kürtleri temsil eden ve daha önce de Meclise gönderdiği siyasetçiler var. Ama biz Türkiye'de en küçük bir sorun alanında, söz konusu siyasetçilerin ne tür bir akıbete uğradığını da yakın dönemde hepimiz tanıklık ettik buna.
Silahların susması durumunda, Kürt meselesinin, yeniden tarihi, toplumsal, siyasal meselenin çözüme kavuşmasını istiyorsak, Türkiye'de gerçekten ülkedeki bütün toplumsal sorun alanlarının çözümüyle birlikte güvenceye kavuşturduğu bir anayasaya ihtiyacı var. Hepimiz anayasal ya da hukuksal zeminde Kürt meselesinin çözülmediği yol haritasına çözüm diyemeyiz. Bu anlamda bu eleştiriler haklı eleştiriler. Ama dediğim gibi, silahların susmasıyla birlikte ya da samimi bir çözüm iradesinin tüm toplum tarafından görülmesi durumunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, sivil toplumun, Türkiye'deki bütün aktörlerin, yeni sürecin inşası konusunda da sorumluluklarının gereğini ifa edeceği konusunda kuşkum yok. Ama her şeyden önce, hepimizin Diyarbakır'dan altını çizdiği şey, gerçek anlamda bir çözüm iradesinin açığa çıkmış olması. Biz zaman zaman Kürt meselesinin çözümüne yönelik söylemleri, iktidar partisinden ya da farklı siyasi partilerden duyduk ve buna dair ciddi süreçler de yaşandı, ama hep bir kırılganlık vardı. Hepimizde, hangi siyasi partinin ya da hangi iktidarın veya devletin hangi aklının meseleye bakış açısına dair rahatsız olacağı bir durumda sürecin bozulacağına dair kaygı vardı. O ihtiyatlılık biraz oradan da geliyor, hepimizde var. Meselenin Türkiye'nin temel bir sorunu olarak görülüp çözme kavuşturması yönünde hepimizin bir beklentisi var. Evet, bugün Suriye'deki sorun belki buna vesile oldu. Tabii ki bu tür yeni gelişmeler, belirli toplumsal sorunların çözümü açısından yeni hamlelere ya da yeni iradelerin açığa çıkmasına vesile olur. Ama kalıcı çözüm, aynı sorunların bir daha gelecekte yaşanmaması konusunda bir hukuksal zemine de ihtiyaç doğuruyor.
Bu anlamda hepimiz umutluyuz. Hepimizin beklentileri çok fazla. Türkiye'deki bütün insan hakları alanındaki, hukuk alanındaki, ekonomi alanındaki sıkışmışlığın temelinde Kürt sorununun çözümsüzlüğünün yattığını, en önemli alanının bu olduğunu her zaman söylüyorum. Biz Kürt meselesini çözmediğimiz sürece, Türkiye'de demokrasi anlamda ilerleyemeyeceğimizi artık çok iyi biliyoruz. Bir yanda hak ihlalleriyle boğuşuyorsak, bir yanda hak ihlalleri her gün yaşanıyorsa, biz o ülkede demokrasi anlamında zaten ilerleyemeyiz. Peki, hak hallerinin yaşanma sebebi nedir?  Az evvel de bahsettiğim gibi, eğer biz bu meseleyi salt ülkenin bir güvenlik meselesi olarak görür ve böyle politikalar geliştirirsek, demokrasi alanında da hukuk alanında da ilerleyemeyiz. Türkiye’nin, bütün yönleriyle bu sorunla yüzleşmesi gerekiyor.
Bu yüzleşmenin 2013'ten belki en büyük farkı, bu sürecin, toplumun, Kürt meselesi ile ilgili adım atma konusunda kendisini en uzak gördüğü bir siyasi partinin lideri tarafından, onun söylemleriyle başlamış olması ve Batı kamuoyunun, yani âkil insanlar heyetinin 2013'te yaptığını, salt Devlet Bahçeli'nin söylemi üzerinden, toplumun da buna hazır olduğu gibi bir duygu yaratıyor bende. En azından, toplumun, böylesi bir siyasi partinin liderinden, bu meselenin artık çözülmesi gerektiği konusundaki iradenin açığa çıkmasını önemsediği kanaatindeyim. Ben de önemsiyorum. Tabii ki böylesi ağır bir mesele, Türk milliyetçiliği anlamında en sağda duran bir siyasi partinin lideri tarafından kabullenilmesi ve çözümü konusunda irade ortaya koymuş olması bence çok kıymetli. Ben bu süreci bu anlamda önemsiyorum.

Ruşen Çakır: Bugün çok şanslıyım. Sormayı düşündüğüm soruların paslarını hep bir önceki konuşmacı atıyor. Geçenlerde Şahismail Bedirhanoğlu’nun bir açıklamasını gördüm.
Coşkun: Güneydoğu Sanayici ve İş İnsanları Derneği (GÜNSİAD) Başkanının yaptığı açıklama. 

Ruşen Çakır: Evet. Açıklaması şöyleydi, yanlışım varsa düzeltin. Eski süreç AK Parti projesiydi. Bu seferki devlet projesi Onun için daha umutluyum’’ demişti. Devlet Bahçeli'nin başlattığı bir süreç, daha olabilir bir süreç olarak… Hep baştan beri söylenen ‘’devlet aklı’’ lafı da var ya Devlet Bahçeli'ye de gönderme yapılan. Ne dersin Vahap? Bu hakikaten derin bir proje mi?  Devleti kapsayan, yani partilerin ötesinde bir şey mi?
Coşkun: Devlet Bahçeli'nin olması, bence kendi başına büyük bir önem taşıyor. 90'lı yıllardan bugüne kadar, Kürt meselesini demokratik siyaset içinde çözmeye yönelik her türlü girişim, en büyük muhalefeti Devlet Bahçeli ve MHP tarafından görmüştü. Hatta MHP'nin ve Bahçeli'nin kendi siyasal varlıklarını, bu Kürt meselesinin demokratik çözümüne karşıtlık üzerinden kurduklarını söylemek abartı olmaz. Dolayısıyla Bahçeli'nin, bu kadar karşıt pozisyonda yer alan bir siyasal aktörün, ‘’Kürt meselesini artık çözmemiz gerekir’’ noktasına gelmesi, dilini değiştirmesi, ‘’Kürt kökenliler’’den, ‘’Kürt kardeşlerime’’ geçmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bence, Bahçeli'nin ve MHP'nin sürecin içerisinde yer almasının sağladığı birçok önemli kolaylık var. Bunlardan birincisi, Bahçeli'nin varlığı, bu tür bir süreçte bürokrasiden gelebilecek olan bozucu etkileri asgariye indirir. 2013-2015 sürecini gayet yakından biliyoruz. Orada bürokrasinin de aynı zamanda siyasal iktidara direndiği birçok yerde, süreci sabote eden eylemlerin içerisine girdiği, daha sonraki raporlarda net bir şekilde ortaya çıktı. Ama MHP'nin, özellikle Emniyet ve yargıdaki ağırlığı; hem fikri ağırlığı hem de kadro ağırlığı ve Bahçeli'nin bu süreç içerisinde yer alması, o nedenle bürokrasiden gelebilecek olan Eee olumsuzlukları asgariye indirebilir.
Yine Bahçeli'nin varlığı, özellikle milliyetçi cepheden gelebilecek olan reaksiyonların asgariye indirilmesini ve absorbe edilmesini sağlayabilir. 1 Ekim'den itibaren bu sürece en sert karşıtlık, Ümit Özdağ tarafından, yani bir diğer milliyetçi kesim tarafından gösteriliyor. Ama o sahanın ideolojik olarak ağırlığını kendi üzerinde taşıyan partinin sürecin içerisinde yer alması, milliyetçi kesimden gelecek olan etkileri azaltır. Üçüncü bir faktör, Bahçeli'nin çıtayı bu kadar yüksek noktaya koyması, çözüm için çalışabilecek olan aktörlerin veya çözme niyeti olan siyasal aktörlerin önünü açan bir husus.

Ruşen Çakır: Öcalan'ın açıklamasında da bu bariz de değil mi? Yani Bahçeli'nin bu adımı atması onu bayağı bir…
Coşkun: Hem Bahçeli açısından ciddi bir makas değişimi, ama öte taraftan sürece katılmak isteyen diğer bütün siyasal partililer ve siyasal aktörler için de muazzam bir hareket alanı sağlayan bir durum. Dolayısıyla o hareket alanı içerisinde herkes kendi fikirlerini dile getirebilir. AK Parti açısından da önemli. Çünkü Bahçeli'nin süreci omuzlaması, AK Parti'nin siyasal maliyetini düşüren bir etkisi de var. O nedenle insanlar, bu açıklamanın Bahçeli'den gelmiş olmasına daha fazla önem atfettiler. Bahçeli'nin yaptığı açıklamayı Erdoğan yapmış olsaydı, bence bu kadar büyük bir önem atfedilmezdi ve buna bu kadar da umut bağlanmazdı. O nedenle, sürecin 2013’ten daha ciddi, ‘’devlet aklının’’ inşa ettiği bir süreç olduğu yönünde bir toplumsal algı var. Bu toplumsal algının kendisi de bence sürece ciddi manada olumlu katkıda bulunan hususlardan bir tanesini oluşturuyor.

Ruşen Çakır: Nahit Bey'e sorduğum soruyu sana da sormuş olsam. Çünkü bu ‘’barış mı, demokrasi mi hangisi önce geliyor?’’ meselesini epeyce konuştuk ve daha da konuşacağı benziyoruz.
Coşkun: Evet, aslında bu da yeni bir hikâye değil. Hatta ‘’Eski Hikâye’’ https://www.perspektif.online/eski-hikaye/ diye bir yazı yazdım bunun üzerine. Çünkü biz 2013-2015'te de bunu çok tartıştık. Demokrasi olmadan barış olmaz,’’ son derece gözde bir slogandı ve bunun üzerinden bir siyaset yürütüldü. 2016'dan itibaren bugüne kadar yaşadığımız, yani 8-9 yıllık süreç içerisinde demokratik standartların aşağıya çekildiğine şüphe yok. Türkiye'nin hukuk devletinden geri gittiğine de siyasal alanın daraldığına da şüphe yok. Ama ben bu demokrasi açığını ve demokrasi eksikliğini, barış çabalarının önüne bir bariyer olarak konulmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Benim kanaatim, buraya üç tane itiraz geliştirilebilir. Birincisi, sadece PKK ile ilgili bir çözüm düşünülse bile, ben bunun kendi başına asgari bir demokratikleşmeyi içerdiğini düşünürüm. Yani ‘’umut hakkının’’ tartışılması, yarın ertesi gün, PKK mensuplarının hukuki durumları hakkında birtakım düzenlemelerin yapılacak olması bile bir baş sağlar ve bunun üzerinden diğer talepler gündeme gelebilir.
İkincisi, biz Türkiye'de çözüme veya barış kavramına çok fazla bir anlam yüklüyoruz. Yani bir çözüm gerçekleştiğinde, bütün sorunlarımızın çözüleceğini, bir yeryüzü cenneti yaratacağımızı düşünüyoruz. Oysa öyle bir şey değil. Yarın bir açıklama yapılsa ve PKK ‘’Evet, ben silah bırakıyorum’’ dese, bu, bütün sorunlarımızın bitirdiği anlamına gelmeyecek ki; Kürt meselesindeki taleplerimiz halen devam edecek ve bunun için bir siyasal mücadeleyi yürütmeye devam edeceğiz. Ama silahların olmaması, bu siyasal mücadelelerin hem daha kapsamlı hem daha derinlikli hem de daha sonuç alıcı olmasını sağlar. O nedenle, literatürdeki kavramlarla konuşursak, negatif barış, yani silahların konuşmayacak olması kendi başına çok değerlidir ve bunu küçümsememek lazım. Bu negatif barışı sonradan pozitif barışa çevirmek, yani çatışmayı yaratan sebepleri ortadan kaldırmak için hukuki ve siyasi mücadele vermek uzunca bir zaman alacak ve bunun için daha epey yol kat etmemiz gerekiyor. O nedenle bu kavramları biraz daha dikkatli kullanmamız gerekiyor bence. Silahların susması, Kürt meselesinin, silahların gölgesinden çıkarılması, kendi başına Türkiye'de demokrasinin ciddi manada tartışılması, güçlendirilmesi için önemli bir hususu ihtiva edeceği kanaatini taşıyorum.
Bu bağlamda ifade etmek istediğim bir husus daha var: Hepimizin, Türkiye'de demokrasi alanının genişletilmesini kendisine dert edinenlerin sormamız gereken bir soru var. Türkiye'de çatışmalar devam ettikçe, silah ortada oldukça mı biz demokrasi mücadelesini daha güçlü bir şekilde savunabiliriz, yoksa silahların sustuğu yerde mi demokratik değerleri daha güçlü savunabiliriz? 84’ten beri yaşadığımız tecrübeler bize şunu gösterdi: Silahın varlığı, devlet açısından demokratik talepleri kriminalize etmenin ve toplumun diğer kesimlerini baskı altına almanın bir aracı olarak kullanıldı. Dolayısıyla bu aracın devletin elinden çıkması, bence demokrasi mücadelesinin daha derinleşmesi sağlayacak, Yarın ertesi gün, yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesini savunduğunuzda, kayyumun atanmaması gerektiğini söylediğinizde, kayyumun insanların hak ve hürriyetlerinin elinden alınmasını ifade ettiğini belirttiğinizde veya kültürel diğer hakları gündeme getirdiğinizde, artık devletin elinde bunu terör suçlamasıyla susturabilecek herhangi bir argüman kalmayacak. O nedenle silahların bırakılmasının kendi başına çok büyük bir değer ifade ettiğini ve bunun, Türkiye'deki demokratikleşme mücadelesine bir artı puan kazandıracağını bilmek ve bunun için mücadele etmek gerekiyor. Yoksa bizim demokrasi mücadelemiz hiçbir zaman bitmeyecek, devam edecek.

Ruşen Çakır: Çok verimli bir sohbet oldu. Ama bitirmeden şöyle bir şey rica ediyorum. Soru sormayacağım. Olayın ne olduğunu biliyorsunuz. Konu ortada. Bir mesaj olarak ne söylemek istersiniz? Sırayla gidelim. Sizinle başlayalım Serra Hanım. Bu sohbeti kısaca nasıl noktalamak istersiniz?
Bucak: Tabii ki biz, Kürt toplumu, Türkiye toplumu bir bütün. Artık demokratik, özgür, eşit, âdil bir ülkede yaşamak istiyoruz. Bu, toplumun sesi. Bunun için çok yoğun, çok uzun mücadeleler verildi. Artık bu süreç bir yere evrilecekse şayet, hakikaten sahici, hakikatli, toplumun ve halkın beklentisine kulak veren, toplumu halkı da bu sürecin içerisine muhakkak katan bir süreç olmasını çok istiyorum. Aynı zamanda, aynı sahicilik ve hakikatin de yerel yönetimler açısından da hayata geçmesini istiyorum. Derhal kayyum uygulamalarının kentlerimizde son bulmasını, şimdiye kadar atanan kayyumların geri çekilmesini ve seçilmiş belediye eş başkanlarının yerine seçilmiş şehir parlamentosunun, meclisin, geri gelmesini istiyorum. Bu da bizler açısından, o sahici, o hakikatli sürecin önemli bir mihenk taşı olacaktır diye düşünüyorum.
Kaya: Bu süreci ben de iki temel uyarıyla bitirmek istiyorum. Birincisi, bu tür süreçlerde bana göre en önemli iki konu, sürecin aksamasına veya bozulmasına neden olur. Veya siz o işi doğru yaptığınızı düşünürsünüz ama zaman içerisinde, o yaptığınız hatalar büyük bir bedel olarak karşınıza çıkar. Burada iki önemli nokta var: Birincisi, güç zehirlenmesinde girmemek lazım. 99 yılında Türkiye'nin yakaladığı, çağrılar yapılıp örgütün çekildiği bir dönemde, askeri vesayet geri çekilenlere bile pusu kurarak ‘’ tamamen bitireyim’’ anlayışıyla bir davranış kalıbı izleyince, 99'dan 2025'te kadar bu topraklarda ne kadar insan öldüğünü gördük. O bir güç zehirlenmesiydi. Böyle bir çözüm döneminde güç zehirlenmesine girmemek lazım.
İkincisi de bu tür süreçlerde şunu görmek gerekir: Her iki tarafın da bedelleri var. Her iki taraf da artık bir noktaya gelmişse, bu, yaşadıklarının sonucudur. Eğer bir adım atılıyorsa, her iki tarafın da adımlarını dikkatli atması gerekiyor. ‘’Ne kadar alabilirsem o kadar iyi, çıtayı ne kadar yükseltirsem o kadar iyi’’ anlayışı, bir süre sonra, karşı tarafın daha farklı bir şekilde yaratacağı mağduriyetlerle yine bir şekilde karşınıza çıkacaktır. Barışta da öyledir. Bu topraklarda çok fazla barış yapılır; bizler de gireriz devreye. Her iki tarafın da mutlu olacağı asgaride buluşabileceği bir durumu, her iki tarafın da kabul etmesi gerekiyor.

Ruşen Çakır: Nahit Bey sizinle devam edelim.
Eren: Bu kadar ağır tahribatın yaşandığı bir meselede, toplumun tüm kesimlerinin hâlâ ‘’Barış’’ diye haykırışı, iktidarlar açısından da ya da bu tür süreçleri yöneten kişiler açısından da bence çok kıymete alınması gereken bir husus. Dediğim gibi çok ağır bedeller ödendi, çok büyük acılar yaşandı. Ama toplum hâlâ bir arada birlikte yaşama umudunu besliyor. Bu umudu ayakta tutmak, bu umudu sürdürmek de böylesi süreçleri hak ettiği şekilde, şeffaf bir şekilde toplumun beklentileri doğrultusunda neticeye vardırmakla mümkün olabilir. Bu anlamda şanslı bir ülke olduğumuzu düşünüyorum. Bu ağır travmaya rağmen, hâlâ barışı konuşabilme gibi bir potansiyelimiz var. Benim de beklentim, Diyarbakır'dan çağrım şu: Bu kıymetli ve önemli süreci bu ülkede nihayete erdirecek her insan, bu ülkenin tarihine ismini yazmış olacak. Kıymeti ve çözümü hedefleyen, toplumun beklentisini karşılayacak bu yol haritasında, her kesimin her siyasi partinin her sivil toplum örgütünün her aktörün, gereken desteği sunması konusunda Diyarbakır'dan çağrıda bulunuyorum. Çok bedeller ödedik, çok ağır yıkımlar yaşandı. Ama bu toprakların artık bir daha bunları yaşamaması konusunda da güç bizde, kararlılık bizde, irade bizde. Umarım, istendiği gibi bir çözüm ve barış bu topraklara bu defa gelmiş olur.

Ruşen Çakır: Vahap seninle bitirelim.
Coşkun: Tarihi günlerden geçiyoruz. Bizde tarih kavramı çok kullanılır ama bunu lalettayin kullanmıyorum. Gerçekten önemli bir fırsatı yakaladığımız Kürt meselesinin, en azından silah boyutunu devre dışına çıkartmak için ciddi bir zeminin oluştuğunu düşünüyorum. Herkesin bunun kıymetini görüp hassasiyetle davranması gerektiği kanaatindeyim. Önümüzde uzun bir yol var. Dolayısıyla bu uzun yol içerisinde, herkesin üzerine düşen vazifeler var. Her şeyden önce siyasal aktörlerin dilini ciddi manada değiştirmesi gerekiyor. Bugüne kadar sürekli bir çatışma dili üzerinden birbirine seslenen muhatapların, artık daha uzlaşmacı ve daha barışı temel alan bir dil kullanmaları gerekiyor. Süreci, toplumun tamamına aktarmak lazım. Barışın gerçekten kimseye kaybettirmeyeceğini, toplumun her kesimine, en kuzeyinden en güneyine en doğusundan en batısına kadar açıklayacak bir dil bulmak ve bunu kullanmak gerekiyor. Geçmiş süreçlerden dersler çıkartıp, tarafların birbirlerini tahrik edecek veya kamu düzenini bozacak eylemlerden mutlak manada kaçınmaları gerekiyor. En önemlisi de sürecin, gerçekten sonuç alınabilecek bir süreç olduğunu, toplumda algılanabilmesi ve kabul edilebilmesi için hem sosyal alanda hem siyasal alanda hem hukuki alanda güven artırıcı adımların da buna eşlik etmesi gerekiyor Eee
Ben öteden beri şunu düşünüyorum: Türkiye'nin, Kürt meselesini çözmek için herhangi bir bilgi sorunu yok. Türkiye'de gerçekten bu sorunun üzerine ciddi bir şekilde eğilen, çalışan kişiler, kurumlar insanlar var; herhangi bir bilgi sorunumuz yok ama barış iradesi sorunumuz var. Bundan sonra, başta siyasal aktörler olmak üzere herkese düşen, bu barış iradesini açığa çıkartmak ve bunu gerçekleşmesi için sorumlu bir şekilde davranmak.

Ruşen Çakır: Evet, hepinize çok teşekkürler. Diyarbakır Sezai Karakoç Kültür ve
Kongre Merkez’inde, Diyarbakır Büyükşehir Eş Belediye Başkanı Serra Bucak, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Kaya, Avukat Nahit Eren ve Doçent Vahap Coşkun'la beraber, yeni süreci tartıştık. ‘’Diyarbakır nasıl bakıyor, Kürtler nasıl bakıyor, neden umutlular, neden ihtiyatlılar?’’ bütün bu konuları konuştuk. Gerçekten çok verimli bir sohbet oldu. Hepsine ayrı ayrı çok teşekkür ediyorum. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
02.02.2025 İmamoğlu mu, Yavaş mı, ikisi birden mi yoksa hiçbiri mi?
30.01.2025 Suat Toktaş gazeteci olduğu için tutuklandı
29.01.2025 Transatlantik: Rusya-Suriye ilişkileri | Trump'ın Ukrayna politikası | Gazze ateşkesinde son durum
26.01.2025 Çözümsüzlük için Kandil’den medet ummak
23.01.2025 Diyarbakır yeni çözüm sürecini tartışıyor | Serra Bucak, Vahap Coşkun, Mehmet Kaya ve Nahit Eren değerlendirdi
22.01.2025 Transatlantik: Trump nasıl başladı? | Unuttuğumuz Suriye | Gazze ateşkesi
19.01.2025 Bir türlü başlayamayan Erdoğan-İmamoğlu savaşı
19.01.2025 Eski PKK yöneticisi Nizamettin Taş: “Kürtler açısından önemli olan PKK’nin silah bırakması değil Suriye’deki kazanımların korunması”
17.01.2025 Haftaya Bakış (250): Boğaziçi direnişinin 1000.günü | CHP'nin iktidara cevabı | Yeni çözüm sürecinin gidişatı
15.01.2025 Transatlantik: Gazze'de ateşkes süreci | Trump'ı beklerken | Yeni Suriye'nin inşası
02.02.2025 İmamoğlu mu, Yavaş mı, ikisi birden mi yoksa hiçbiri mi?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı